Öykümüzün başlangıcı Rönesans’a dayanıyor, ama bu başlangıç yeni bir ahlak anlayışının ya da yeni bireysel davranış kurallarının ortaya çıkmasıyla olmamıştır. Onun yerine bu olgunun devlet teorisindeki yeni bir gelişmeye, devlet yönetimini var olan düzen içinde kalarak iyileştirme çabalarına dayandığı görülecek. Yola çıkış için özellikle bu noktanın seçilmesi ise sunmaya çalıştığım öykünün kendi iç eğilimlerinden kaynaklanıyor.
Machiavelli hükümdara gücü elde etmeyi, elde tutmayı ve artırmayı öğretirken “gerçek dünyadaki şartlar” ile “hiç kimsenin gerçekten görüp işitmediği hayal ürünü cumhuriyetler ve monarşiler” arasındaki o ünlü temel ayrımını yapmıştır.Burada ima edilmeye çalışılan şey, ahlak ve siyaset üzerine konuşan düşünürlerin büyük oranda kurgusal durumlardan söz ettikleri ve gerçek dünyada hükümdarın işine yarayabilecek sonuçlar ortaya koyamadıklarıydı. Bilimsel ve pozitif bir yaklaşım beklentisi zamanla hükümdardan bireye ve devletin doğasından insan doğasına kadar uzanacaktı. Machiavelli gerçekçi bir devlet teorisi inşa edebilmek için insan doğası üzerine bilgi sahibi olmak gerektiğinin büyük olasılıkla farkındaydı ama bu konudaki yorumlan gayet zekice olmakla birlikte bütünlükten ve düzenden yoksundu. Sonraki yüzyılda önemli gelişmeler yaşandı. Matematikteki ve semavi bilimlerdeki ilerlemeler tıpkı gezegenler ve düşen cisimler gibi insan davranışlan için de hareket yasalarının olabileceği umudunu doğurmuştu. İnsan doğa sı üzerine teorilerini Galilei’ye dayandıran Hobbes, bu yüzden Le viathan adlı eserinin ilk on bölümünü insan doğasına ayırmış, ancak ondan sonraki bölümlerde devlet konusuna değinmiştir. Fakat. Machiavelli’nin geçmişteki ütopyacı düşünürlere yönelttiği suçlamaları, özellikle de bireysel insan davranışlarına ilişkin olanları dikkat çekici bir keskinlik ve sertlikle tekrarlayan Spinoza olmuştu. Tractatus politicus adlı eserinin açılış paragrafında “insanı gerçekte olduğu gibi değil de olmasını istedikleri gibi gören” düşünürlere çıkışır. Pozitif ve normatif düşünce tarzları arasındaki bu ayrım. Spinoza’nın “insan davranışlarını ve duygularını aşağı ve hor gören” kişilere karşı çıktığı, ayrıca “insan davranışlarını ve tercihlerini adeta çizgiler, düzlemler ve cisimler üzerinde çalışıyomuşcasına ele alırım” biçimindeki meşhur yaklaşımını ortaya koyduğu Etika adlı eserinde de kendini gösterir.
Bugün artık siyaset bilimi olarak adlandırdığımız dalın gerçek konusunun “gerçekte olduğu gibi” insan olması gerektiği düşüncesi, on sekizinci yüzyılda -kimi zaman adeta beylik bir halde- ortaya konmuştu. Spinoza’yı okumuş olan Vico, her konuda olmasa da en azından bu konuda onun izinden gitmişti. Yeni Bilim’de şöyle diyordu:
Felsefe insanı olması gerektiği biçimiyle ele aldığı için yalnızca Platon’un Devlet’inde yaşamak ve Roma’nın ayaktakımından uzak durmak isteyenlerin işine yarar. Yasama ise insanı olduğu gibi ele alır ve ondan toplum adına yararlanmaya çalışır.
İnsan doğasına bakışı Machiavelli ve Hobbes’a göre çok farklı olan Rousseau bile Toplum Sözleşmesi adlı eserinin başlangıç cümlesin de bu düşünceye yer vermektedir: “İnsanları oldukları gibi, yasaları ise olabilecekleri gibi ele alarak meşru ve güvenilir bir yönetim biçiminin mümkün olup olmadığını inceleyeceğim.”…*
*Tutkular ve Çıkarlar. Hirschman A.O. Metis yay. Ocak 2008